40,2592$% 0.13
46,7280€% 0.07
53,9463£% 0.2
4.309,12%-0,18
7.021,00%0,34
3.335,67%0,36
10.222,02%-0,03
4782277฿%1.63469
12 Ekim 2025 Pazar
Modern İş Dünyasında Denge Endüstriyel Psikolojik Danışmanlık
2025-2026 Öğretim Yılının Startı Verildi
MUTLU PEYGAMBERLER - MUTSUZ İNSANLAR
Tahtını Kalbinde Taşıyanlar: Aslan Burcu Kevser Banu’nun köşesinden
İtibar Suikasti: Görünmeyen Cinayet
🔹 Bir kelimeyle başlar yıkım…
Artık bir insanı yok etmek için silaha, mahkemeye ya da delile gerek yok.
Bir cümle, bir yorum, bir paylaşım… ve hedef alınan kişinin itibarı yerle bir olabiliyor.
Adına “itibar suikasti” diyoruz — çağın en sessiz ama en ölümcül saldırısı.
🔹 Fail belli, ama yüzü görünmez
Bu suikastin failleri genellikle “sadece fikrimi söyledim” diyenlerdir.
Bir fotoğrafın altına yapılan imalı bir yorum, bir söylentinin yayılması, bir yanlış anlaşılmanın büyütülmesi…
Hepsi birer kurşun gibi işler insanın onuruna.
Savunma hakkı yoktur, mahkeme kararı yoktur.
Toplum yargılar, infaz eder ve yoluna devam eder.
🔹 Toplumun vicdanı da yara alır
Bir insanın itibarını yok etmek sadece bireysel bir saldırı değil, toplumsal bir çürümeye işarettir.
Çünkü güven duygusu zedelendiğinde, toplum da çöküşe geçer.
Doğrunun yerini dedikodu, adaletin yerini öfke alır.
Ve herkes bir gün aynı linçin hedefi olabilir.
🔹 Gerçek soru şu:Birini yargılamadan önce, gerçekten her şeyi biliyor muyuz?
Yoksa sadece bir söylentinin izinden mi gidiyoruz?Bazen susmak en yüksek sesli adalet biçimidir.
Çünkü bazen bir kelime, bir hayatı söndürebilir.
“İtibar kolay kazanılmaz, kolay da yıkılmamalıdır.”
Bazen bir gemi sadece denizi aşmaz; sessizliğin duvarlarını da deler. “Sumud” adıyla yola çıkan yardım filosu, abluka altındaki Gazze’ye sadece ilaç ve gıda taşımıyordu — insanlığın onurunu da taşıyordu.
Gemilerin çoğu Gazze kıyılarına ulaşamadı. İsrail güçlerinin müdahalesiyle yolculuk yarıda kaldı. Ama asıl mesele, gemilerin limana varıp varmadığı değil, dünyaya neyi hatırlattıklarıydı: İnsaniyet hâlâ yaşıyor.
Gazze, yıllardır süren abluka nedeniyle bir açık hava hapishanesine dönüşmüş durumda. Sumud filosu, bu sessiz trajediyi yeniden görünür kıldı. Her biri farklı ülkelerden gelen doktorlar, öğretmenler, gönüllüler, vicdanın evrensel bir dili olduğunu gösterdi. Yardımın ulaşması kadar, “yardıma kalkışmanın” da insanlık adına bir umut olduğunu hatırlattı.
Bu girişim insani olduğu kadar, siyasi bir yankı da doğurdu.
İsrail’in müdahalesi, uluslararası hukukun ve vicdanın nerede durduğunu sorgulattı. Birleşmiş Milletler “deniz hukukuna saygı” çağrısı yaptı, ancak yine güçlü bir adım atılmadı.
Bazı devletler diplomatik açıklamalarla tepki gösterdi ama limanlarını açmadı. Dünya bir kez daha gördü ki, siyaset genellikle sessiz, vicdan ise gürültüsüz ama ısrarlı konuşur.
Sumud’un asıl başarısı, denizi geçmek değil; bu sessizliği yarmaktı.
Gazze’ye ulaşamasa da, insanlığa dokundu.
Çünkü bazen bir gemi, yükünden çok daha fazlasını taşır: bir halkın umudunu, bir dünyanın utancını ve bir vicdanın direnişini.
Sumud’un adı belki tarih kitaplarında küçük bir dipnot olarak yer alacak.
Ama o dipnot, geleceğin vicdanına büyük bir cümle bırakacak:
“Yol kesilse de, niyet limana varır.”
Çay… Hani şu küçük ince belli bardakta dumanı tüten, bazen sabah kahvaltısının en sessiz kahramanı, bazen akşam üzeri dost meclisinin sözsüz davetkârı. Türk kültüründe öyle bir yere sahiptir ki, “bir çay içer miyiz?” sorusu çoğu zaman “biraz oturup hayatı paylaşalım mı?” demenin şifreli halidir.
Bizde çay, sadece bir içecek değil; bir bahanedir, bir vesiledir. Usta simitçiden yeni mezun doktora, köy kahvesindeki emekliden şehir plazalarındaki beyaz yakalıya kadar herkesin ortak paydasıdır. Dikkat edin, bizde çay bittiği an sohbetin de ritmi düşer; çay varsa muhabbet akar.
Peki biz böyleyken dünyada işler nasıl?
İngilizler mesela… Onlar için “five o’clock tea” adeta bir ritüel. Ama bizim kadar samimi değiller; bizde çay, dostluğun ortasına oturur, İngiltere’de ise masanın köşesinde biraz şık durur. Japonya’ya gittiğinizde iş ciddileşir; çay seremonisi başlı başına bir disiplin, bir meditasyondur. Kıyaslarsak, bizde çay içmek için özel kıyafet gerekmez; terlikle bile olur, yeter ki yanına birkaç dost olsun.
Rusya’da samovarlar kaynar, çay bardakları süzülür; orada da çay sohbetin ön sözüdür. İran’da ise çay, kristal bardaklarda sunulur; çoğu zaman şeker küpü diş arasında kıtırdatılarak içilir. Bizim içinse “kaçak çay mı, Rize mi?” tartışmaları bile başlı başına ayrı bir kültürel mirastır.
Çay, aslında tek başına bir içecek değil; toplumsal yapıyı birbirine bağlayan sıvı bir harçtır. Dünya üzerinde her kültür ona kendi rengini, kendi damgasını vurmuş. Bizim payımıza düşen ise muhabbeti demlemek…
Kısacası, çay evrensel bir dil konuşur ama Türkçesi biraz daha samimi, biraz daha sıcak gelir insana. Çünkü biliriz ki, çayın hatırı en az kırk yıl değilse bile, en az iki saatlik güzel bir sohbeti garanti eder…
Bazen de yeniden başlamanın adıdır..
O zaman bir çay içimiyle bitirelim yazımızı…
“iki çay söylemiştik orda biri açık, keşke yalnız bunun için sevseydim seni” Cemal Süreyya
Bu ülkede internet sağlayıcıları birer reklam canavarı. Her yerde billboard’lar, televizyonlarda ışıl ışıl spotlar, “en hızlı biziz, en geniş biziz, en avantajlı biziz” nidaları. Ama iş icraata gelince? Müşteri şikâyet siteleri onların gerçek karnesi: düşük not, kırık sözler, çözümsüz şikâyetler.
“Köklü” Olanlar
En köklü şirketler altyapısıyla övünüyor. Ama övündükleri şey bazen sadece kablonun toprağın altında gömülü kalması. Kesinti günlerce sürüyor, arıza kaydı açıyorsun, çözüm yok. Müşteri günlerce internetsiz kalıyor ama fatura günü asla gecikmiyor.
“Hızlıyız” Diyenler
Diğer bir grup “ışık hızındayız” sloganıyla ortalıkta dolaşıyor. Işık hızında olan tek şey faturadaki zam. Sadık müşterisini ödüllendirmek yerine cezalandırıyor; yıllardır aynı sağlayıcıya bağlı kalan vatandaşın faturası, yeni gelen müşteriden daha yüksek. Bu, sadece ticari bir tercih değil, düpedüz müşteriyle dalga geçmek.
“Kampanya Dostları”
Sürekli kampanya yapanlar var. “Sana özel, bana özel, herkese özel” kampanyalar… Ama faturaya bakınca görüyoruz ki o “özel” olan şey bizim cüzdan. Üstelik müşteri hizmetlerine ulaşmak deveye hendek atlatmaktan zor. Arıyorsun, yarım saat bekliyorsun, sonunda çıkan kişi sorunu çözmek yerine yeni bir kampanya anlatmaya başlıyor.
Ortak Nokta: Umursamazlık
İsimleri farklı ama hastalık aynı:
Fatura şeffaf değil.
Taahhütler keyfi şekilde bozuluyor.
Kesintiler süreklileşiyor.
Müşteri hizmetleri koca bir labirent.
Bütün bunlara rağmen şirketler hâlâ “müşteri memnuniyetinde lideriz” diye reklam yapmaya cüret ediyor.
Son Söz
Türkiye’de internet sağlayıcıları müşteriyle sağlıklı bir ilişki kurmak yerine “zorunlu mahkûmiyet” hissi yaşatıyor. Vatandaşın alternatifsizliğinden cesaret alıyorlar. Ama unutmasınlar: müşteri bir gün alternatif buldu mu, bir daha geri dönmez.
Bu sektörün sorunu hız değil; dürüstlük. Kesintisiz bağlantıdan önce kesintisiz güven inşa etmeleri gerekiyor.
Son zamanlarda her gün bir acı haberle karşılaşıyoruz. Daha küçücük yaşlarda, gencecik kızlarımız hayatlarını kaybediyor. Birinin adı okulda anılıyor, birinin adı sokakta… Henüz hayallerini bile kurmaya başlamadan, biz onların cenazelerini konuşuyoruz. İnsanın içi yanıyor.
Ben bazen düşünüyorum, neden bu hale geldik diye. Aileler çocuklarını yetiştirirken sevgi yerine korku veriyor, şiddeti bir “disiplin” yöntemi sanıyor. Okullar sadece ders anlatıyor ama hayata dair değerleri, saygıyı, empatiyi kazandıramıyor. Erkek çocuklarına hâlâ “güçlü ol, sözünü geçir” deniyor, kızlara ise “sus, uyum sağla.” Böyle büyüyen bir toplumda şiddet kaçınılmaz oluyor.
Bir de işin hukuki boyutu var. Suç işleyen çoğu kişi, cezasını tam anlamıyla çekmeyeceğini biliyor. Ceza indirimi, af, çeşitli boşluklar… Bu durum failleri cesaretlendiriyor. “Nasıl olsa kurtulurum” diye düşünen birinin elini kolunu sallayarak dolaşması hepimizi tehlikeye atıyor.
Ama en acısı, toplum olarak alışmaya başlamamız. Televizyonda ya da sosyal medyada gördüğümüz o kara haberler birkaç saat konuşuluyor, sonra unutuluyor. Oysa unutulmaması, unutturulmaması gereken bir gerçek var: Her kaybedilen genç kız, aslında bizim geleceğimizin kaybıdır.
Önlem alınmazsa bu karanlık daha da büyüyecek. Çocuklarımız korkuyla büyüyecek, aileler sürekli endişe içinde olacak. Bir ülkenin yarınları, gençlerinin güven içinde yaşamasına bağlıdır. Biz onları koruyamazsak, aslında kendi yarınımızı da koruyamayız.
O yüzden hepimizin sorumluluğu var. Devletin, okulun, ailenin, medyanın… Ama en çok da bizlerin. Sessiz kalmayalım, görmezden gelmeyelim. Çünkü bir gün bu acı çok daha yakınımıza gelebilir…