42,4728$% 0.09
49,3650€% 0.07
5.757,01%-0,41
9.418,00%-0,53
4.205,72%-0,74
11.116,45%2,00
3691614฿%0.93686
25 Kasım 2025 Salı
Boomer Kuşağı ile X,Y,Z Kuşağı Farklılıkları
2025-2026 Öğretim Yılının Startı Verildi
MUTLU PEYGAMBERLER - MUTSUZ İNSANLAR
Marifetname’den Günümüze: Venüs’ün Aşk ve Güzellik Dansı
Dijital Angarya: Görünmez Mesainin Yeni Adı
Dün “iş” dediğimiz şeyin bir sınırı vardı. Mesai biter, kapı kapanır, hayat yeniden başlardı. Şimdi o kapı çoktan yıkıldı. Adına “dijital angarya” diyoruz: Kimsenin iş tanımına yazmadığı, kimsenin ücretini vermediği ama herkesin yapmak zorunda bırakıldığı görünmez mesai.
Peki nereden çıktı bu yük?
Aslında sessiz bir dönüşümün sonucu. Kurumlar maliyeti azaltmak, iş akışını hızlandırmak ve sorumluluğu bireylere kaydırmak isteyince; fatura, mesaj, başvuru, rapor, işlem, evrak, kayıt… Hepsi “dijitalleştirildi.” Dijitalleşme kolaylık getirecekti ama yük, sistemlerden insanların omzuna kaydı. Artık pek çok işlemi kurumlar değil, vatandaşın kendisi yapıyor.
Kim etkileniyor?
Hepimiz. Ev hanımı, öğretmen, memur, işçi, esnaf… Herkes. Çünkü angarya artık iş yerinde değil, cebimizde taşıdığımız telefonda. Bildirim geldiği anda mesai başlıyor. “Beş dakikanı alır” denilen her şey birikiyor, zihinsel bir çöplüğe dönüşüyor.
Sonuç ne?
Kişisel olarak yorgunuz. Sürekli tetikteyiz, sürekli bir şey yetiştiriyoruz ve sürekli geç kalıyoruz. Toplumsal olarak ise daha kırılgan, daha sinirli ve daha haksızlığa uğramış hissediyoruz. Çünkü harcadığımız zamanın karşılığı yok; üstelik bu görünmez emeğimiz artık “normal” sayılıyor.
Dijital angarya, teknolojinin sunduğu imkândan değil; sorumluluğun sessizce vatandaşa devredilmesinden doğdu.
Bugün ihtiyaç duyulan şey teknoloji değil, şeffaflık, sınır ve insana saygı.
Belki de asıl soru şu:
Hayatımızı kolaylaştırması gereken dijital çağda, neden her geçen gün daha ağır bir yük taşıyoruz?
Türkiye’nin Makyajı Düştü: Gerçekler Acıtmaya Devam Ediyor
Almanya’dan Türkiye’ye tatile gelen Böcek ailesinin yaşadığı trajedi, yalnızca bir “gıda zehirlenmesi” vakası değildir. Bu, Türkiye’nin uzun süredir görmezden geldiği yapısal sorunlarının acımasız bir şekilde yüzeye çıkmasıdır. İki küçük çocuğun ölümü, bir annenin hayatını kaybetmesi, babanın yaşam mücadelesi… Bunlar bireysel bir dram değil; bir ülkenin sosyal dokusundaki derin çatlakların dışa vurumudur. Bu olay, Türkiye’ye bir kez daha şu soruyu sorduruyor: Biz nasıl bir ülke olduk da, misafir olarak gelen bir aileyi bile sağ salim geri gönderemiyoruz?
Toplumun Gözünün Önünde Çürüyen Denetim Düzeni
Türkiye’de yıllardır hayatın her alanına sinmiş bir “idare eder” kültürü var. Seyyar satıcıların kontrolsüzlüğü, restoranların “geçer herhalde” mantığı, belediyelerin göstermelik denetimleri… Bedeli bazen mide bulantısı oluyor, bazen bir karın ağrısı. Ama bu kez bedeli iki küçük can oldu. Bir aile yok oldu çünkü toplum olarak kanıksadığımız düzensizlik, sistem değil alışkanlık hâline geldi. Olaydan sonra gözaltına alınan birkaç kişi, mühürlenen bir iş yeri, verilen birkaç demeç… Bunlar toplum vicdanını geçici olarak rahatlatan refleksler. Gerçekte ise iyi işleyen bir sistem değil, sadece iyi idare edilen bir kaosun içinde yaşıyoruz.
Güvensizliğin Ülke Çapında Normalleştiği Bir Atmosfer
Bu tür olaylar, yalnızca turistlerin değil, bu ülkede yaşayan herkesin psikolojisinde derin yaralar açıyor. Sokakta satılan bir midyeyi korkmadan yiyememek, restorana girince hijyenden emin olamamak, her gıdaya “acaba?” diye yaklaşmak artık günlük hayatın parçası. Toplum psikolojisi, güvensizlikle iç içe geçmiş durumda. Turistler için bu yaşananlar Türkiye imajında bir travmaya dönüşürken, yerli halk için zaten kanıksanmış olan kronik güvensizlik yeniden yüzeye çıkıyor.
Turizm Gelirini Değil, Güvenliğini Kaybediyoruz
Ekonomik açıdan bakıldığında tablo daha da düşündürücü. Turizm Türkiye ekonomisinin bel kemiği. Ancak turizm güvenle var olur. Can güvenliği, sağlık güvenliği ve gıda güvenliği olmadan hiçbir ülke çekici olamaz. Uluslararası medyada yer alan her haber, Türkiye’nin turistik imajına ağır bir darbe daha indiriyor. Bir ülkenin turizm sektörü, en küçük bir ihmal yüzünden kökten zarar görebilir. Ucuz turizm cazip olabilir ama güvensiz turizm asla sürdürülebilir değildir. Bir sokak satıcısının ihmali, bir restoranın sorumsuzluğu ve bir belediyenin ilgisizliği, milyonlarca dolarlık ekonomik zarara dönüşebilir.
Ceza Yoksa Suç Neden Tekrarlanmasın?
Bu olay, Türkiye’deki gıda güvenliği sisteminin yıllardır ne kadar zayıf olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Gıda güvenliği ihlallerine verilen cezalar caydırıcı değil. Denetimler kağıt üzerinde kalıyor, sorumluluk zinciri çoğu zaman çalışmıyor. Olay olduktan sonra hareket eden bir sistem, aslında işlemeyen bir sistemdir. Oysa hukuk, suçu olduktan sonra cezalandırmak için değil; suçu olmadan önce önlemek için vardır. Bu olay bir kez daha gösterdi ki, Türkiye’de ceza yoksa suç tekrarlanıyor.
Sağlıkta Koordinasyon Eksikliği: Hayat Kurtaramayan Düzen
Ailenin iki kez hastaneye gitmesi, ardından otele dönmeleri, bir çocuğun baygın bulunması, farklı kurumların farklı bilgiler aktarması… Bunlar tesadüf değil; acil durum yönetiminde ve sağlık koordinasyonunda ciddi zafiyetlerin göstergesi. Türkiye’de doktorlar iyi, sağlık çalışanları başarılı. Ancak bir sağlık sistemi yalnızca doktorlarla değil; işleyen bir protokolle, güçlü bir koordinasyonla, hızlı bir adli tıp ve toksikoloji altyapısıyla ayakta durur. Bu olayda süreçler o kadar parçalı ilerledi ki, bir ailenin yaşam mücadelesi koordinasyonsuzluk içinde kayboldu.
Asıl Soru Hâlâ Masada: Sıradaki Kim Olacak?
Tüm bu tablo bize şunu söylüyor: Türkiye artık makyaj tutmayan bir noktaya geldi. Sokaklar, restoranlar, denetim mekanizmaları, sağlık sistemi… Hepsi “göründüğü kadar” düzenli. Oysa gerçekte her şey ince bir ipin üzerinde duruyor. Biz bu ülkenin düzenini yıllardır görmezden geliyoruz.
Şimdi ise bu ihmalin bedelini turistler, çocuklar, aileler ödüyor. Türkiye’nin en büyük sorunu ekonomisi, siyaseti ya da dış politikası değil; en büyük sorun sistemsizlik. “İdare edilir” mantığıyla yürüyen bir ülkede, bir gün mutlaka birileri idare edilemeyen bir acının kurbanı oluyor.
Böcek ailesinin yaşadığı bu felaket, yalnızca bir haber başlığı değil; Türkiye’ye tutulmuş acımasız bir aynadır. Bu aynaya bakmak kolay değil ama kaçmak artık mümkün de değil. Ve şimdi sormamız gereken şey çok basit ama çok ağır: Türkiye böyle devam ederse, sıradaki kim olacak?
Bir kütüphane binasının lokantaya dönüştürülmesine karşı çıkan İlçe Milli Eğitim Müdürü…
Görevini yaptı, fikrini söyledi, kamu yararını savundu.
Sonra görevden alındı.
Ve birkaç gün sonra, onuruna dokunan o muamelenin yüküyle, hayatına son verdi.
Bir ülkede, doğruları söyleyenlerin değil; sessiz kalanların güvende olduğu bir düzen kurulmuşsa, orada artık hiçbir başarı övünç kaynağı değildir.
Çünkü o düzen, insanı değil, itaati yüceltir.
Oysa devletin gücü; korku salmakta değil, adaleti hissettirmekte olmalıydı.
Bir bürokratın, bir öğretmenin, bir yöneticinin fikrini söylemesi neden bu kadar tehlikeli hale geldi?
Neden insanlar, doğru bildiğini savunduğunda görevini, saygınlığını, bazen de hayatını kaybediyor?
Bu soruların cevabı, sadece bir olayın değil, bir toplumun ruh halini anlatıyor.
Gücü elinde tutanların öfkesinden korkan bir memur,
hakkını aramaktan çekinen bir vatandaş,
adaleti unutmaya başlayan bir toplum…
İşte tehlike tam burada başlıyor.
Çünkü gücün kontrolsüzleştiği yerde hukuk zayıflar,
hukukun zayıfladığı yerde vicdan ölür,
vicdanın öldüğü yerdeyse insanlar artık sadece “görev” yapar, “insanlık” değil.
O müdürün ardından üç çocuk kaldı; biri engelli.
Ama aslında yetim kalan sadece onlar değil — bir ülkenin vicdanı da.
Bir imza, bir karar, bir haksızlık…
Ve ardından geri dönülmez bir sessizlik.
Bu olayın adı “idari tasarruf” değil;
bu olay, insan onurunun göz ardı edilmesinin neye mal olduğunu gösteren bir ibret tablosudur.
Bir ülke, doğruları susturarak değil, koruyarak ayakta kalır.
Unutmayalım: Adaletin olmadığı yerde, kimse güvende değildir…
Cumhuriyet…
Bir milletin küllerinden doğuşunun adı.
Bir liderin, bir halkın “Artık kendi kaderimizi kendimiz çizeriz” deyişinin yankısı…
Fakat bugün, o ışığın altında hâlâ aynı sıcaklığı hissediyor muyuz? Yoksa o ışık, yorgun bir meşale gibi titriyor mu rüzgârda?
Atatürk, Cumhuriyet’i “en büyük eserim” diye adlandırırken, yalnızca bir yönetim biçiminden değil; bir zihniyet devriminden bahsediyordu. Cehaletin karanlığından bilimin aydınlığına, kul olmaktan yurttaş olmaya giden o büyük yürüyüş…
Ne yazık ki bugün, bazıları o yürüyüşü unuttu; kimi bilerek, kimi umursamadan.
Cumhuriyet’in değerleriyle büyümüş bir kuşağın yerini, “neden” diye sormayı unutan bir sessizlik aldı.
Oysa Cumhuriyet, sadece 29 Ekim sabahlarında hatırlanacak bir tarih değildir.
O, her gün alınan nefeste, özgürce konuşulan her kelimede, eşitliğin gölgesinde büyüyen her çocukta yaşamalıdır.
Ama biz, o mirası bazen törensel alkışlara, bazen de suskun kutlamalara sıkıştırdık.
Ve her yıl 29 Ekim’de, ışığı biraz daha yorgun bir Cumhuriyet’in aynasına bakıyoruz.
Yorgun, evet… Ama sönmüş değil.
Çünkü bir yerlerde hâlâ Atatürk’ün izinden yürüyen gençler var;
Hâlâ düşünmenin, üretmenin, direnmenin erdemine inanan yürekler var.
Cumhuriyet, onların kalbinde yeniden güç buluyor.
Yeter ki o ışığa sahip çıkalım;
Yeter ki her 29 Ekim’de değil, her gün o meşaleyi biraz daha yükseğe kaldıralım.
Çünkü Cumhuriyet, “verilmiş bir armağan” değil — alın teriyle, inançla, direnişle kazanılmış bir emanettir.
Ve o emanetin bekçileri biziz…
Eskiden zarafet, sadece bir davranış biçimi değil; insanın iç sesi gibiydi.
Bir cümleyi nereye, ne kadar koyacağını bilmekti.
Bugünse söz çok, sessizlik az.
Konuşuyoruz; ama çoğu zaman birbirimizi duymadan, hissini anlamadan.
Bazı sohbetler vardır; içinde söylenmeyenlerin sesi daha yüksektir.
İnsan, bazen kendi neşesinin başkasının sessizliğine dokunduğunu fark etmez.
Bir kelime, bir gülümseme ya da küçük bir serzeniş…
Hepsi, hiç bilmeden bir kalbi incitebilir.
Oysa zarafet, yalnızca ne söylediğinde değil, nerede durduğunu bilmekte gizlidir.
Kimi zaman en büyük nezaket, konuyu değiştirebilmektir.
Nezaket, sadece “lütfen” ya da “teşekkür ederim” demek değildir.
Nezaket, duygunun yerini bilmek, zamanı tanımaktır.
Görgü, masa başında değil, insanın yüreğinde başlar.
Ve görgüsüzlük, aslında bir davranış değil — bir duyarsızlıktır.
Bugün zarafetin sesi kısıldı; gürültü çoğaldı.
Ekranlarda, sokaklarda, sohbetlerde…
Herkes konuşuyor ama kimse kimseye dokunmuyor.
Belki de bu yüzden, en büyük incelik artık bir cümleyi eksiltmekte, bir sözü yutmakta saklı.
Gerçek zarafet, kimsenin kalbini incitmeden yaşayabilmektir.
Görülmeden değil, fark edilmeden zarif kalabilmek…
İşte asıl meziyet budur bu çağda.